Araftakiler (Öykü)


 

ARAFTAKİLER                  

    Güzel bir bahar günüydü. Kuşlar neşeyle etrafta uçuşuyor, ağaçları süsleyen polenler endişeli bir şekilde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Sessiz ve huzurlu bir şekilde etrafı seyreden ölüler bir minibüs ve cenaze aracının sesiyle irkildiler. Yol üzerinde biten ve yaşam mücadelesi vermeye çalışan otları umursamadan ezip geçen bu araçlar ölülerin arasına yeni bir arkadaş katıldığının göstergeleriydi aslında.

   Fikri Gültekin; 67 yaşında hayatın ona verdiği sürenin sonuna gelmiş ve ebediyete uzanan boşluğu doldurup son adresi ve durağı olan tahtalıköyün en afili yerinde bulunan yeni evine doğru ona karşı olan son görevini yerine getirmek isteyen akrabalarının arasında sonsuz ve hiçte çılgın olmayan bir yolculuğa uğurlanmak üzereydi. Bu uğurlamayı hak etmişti. Yıllarca ölmek için yaşayan her insan bunu hak eder aslında.

   Yavaş şekilde mezarına indirilen Fikri ve koca gözlüklerinin altında aslında hiçte üzüntülü olmadıklarını gizlemeye çalışan insanlar. Gözlerinde ki pırıltı görülmesin diye takılan gözlükleriyle Fikri’nin cansız bedenini toprağa vermenin dayanılmaz keyfini yaşıyorlardı. Ölüp gitmişti işte. Karısı artık istediğiyle evlenebilirdi, yerine geçecek biri vardı ve onu da istedikleri gibi kullanırlardı belki. Fikri artık bu dünyadaki yerini doldurmuştu. Hayat kalanlar içindi. Sonra hızlıca üstünü örttüler. Toprakla kaplandı Fikrinin cansız bedeni.

   İmam son duasını etti. Mezarlığa getirilen ikramları keyifle yedikten sonra dağılmaya başladı ahali. Ben ise o yapmacık vedalaşmalardan sonra kulaklığımı takıp ‘be happy’ şarkısını açtım. Yeni başkan olarak yönetim kurulundan işlerin başına geçmeden önce bir süreliğine izin almıştım. Artık babamın bana kalan evini görebilir ve onun üvey kızıyla tanışabilirdim.

                                                      ***

   Polonezköy’e doğru yola çıkmıştım. Güneş inatla yüzünü bulutların ardından çıkarmıyor, gökyüzü adeta inatçı bir şekilde somurtuyordu. Hava çok iç bunaltıcıydı. O kadar sıkılmıştım ve sıcaklamıştım ki terleyemiyordum bile. Gizli bir el sanki benim boğazımı sıkıyor, sadece nefes alabileceğim kadar oksijenin bünyeme girmesini sağlıyor, öldürmüyor ama yaşatmıyordu da. İnsanlar hayatlarına geri dönmüşlerdi. Benim ise babam ve uzun zaman tanışmaktan kaçındığım, hiçbir şekilde karşılaşmadığım üvey kızıyla yüzleşmem gerekiyor ve yıllardır gitmediğim o yazlık evinde bu sonbahar günü babama aslında tam olarak şimdi gömüp, iç hesaplaşmamı bitirip geri dönmem gerekiyordu.

   Ana yolda sağa doğru ayrılan upuzun kavaklarla sarmalanmış bir ara yoldan yazlık evine doğru saptım. Babam yıllardır bu eve gelir giderdi. Burası onun üvey annemle aşk durağıydı adeta. Her tatilde, bayramda seyranda, en ufak bir fırsatı yakaladıkları anda buraya kaçarlardı. Babam bana da defalarca bu eve gelmem gerektiğini, ailece vakit geçirip, kafa dinleyebileceğimi tembihlemiş ama ben onun sahte hayatından ve sahte dünyasının sahte mutluluk sekanslarından kaçmak istediğim için; onun bu teklifine asla sıcak bakmamıştım.

   Hayatında sıkılan, şehirler içerisinde kalabalığın içerisinde boğulan insanların, doğaya sığınıp arınmayı beklemesi tecavüze uğramış bir Meryem Ananın tapınağa kapanıp doğumu beklemesi gibidir adeta. Yersiz bir umut gerçekliğin yarattığı hüznü asla yenemez.

   Aracım taşların ve akşam yağan yağmurun bozduğu yolda zorla gitmeye çabalarken karşıda bir tepenin üzerinde duran, ağaçların etrafını çevrelediği, ince bir yokuştan yanına ulaşan bir yolun bulunduğu yazlığı gördüm.  Kapıda orta yaşlı bir hanım beni bekliyordu. Altında entarisi, ayağında paramparça olmuş pabuçları, kafasında eskimeye yüz tutmuş çemberiyle babamın yardımcısı Hafize Hanım idi bu.

   Arabamı bir çamur bataklığına saplanmaktan zorla kurtarıp yazlık evin yan tarafına park ettim. Hafize Hanım aracımın yanına sokuldu, beni karşıladı ve içeri buyur etti. Eve doğru    ilerlerken eve yakından bakabilme imkanım oldu. Ev yıpranmış, dökülmüş oldukça eskimişti. Hani şu korku filmlerinde hayaletli evler olur ya; evin dıştan görünüşü çok basık, iç bunaltıcı ve rahatsız edici idi. Duvarlar nemden yeşermiş, etrafını yosunlar kaplamış idi.  Hafize Hanım dış kapıyı gıcırtılar içerisinde açtı, içeri girdim.

                                                      ***                                                       

   İçerde çok loş bir ışık vardı. Eski mumlu ahizelerde sarı kısık bir ışık etrafı inceden aydınlatıyordu. Holün ortasından biri sağ tarafta olmak üzere iki merdiven evin üst katına uzanıyordu. Elimde valizim üst kata geçtik. Üst koridor oldukça dar ve odalara geçiş yapılan bir uzantıydı adeta. Burası senin odan dedi kadın. Odaya girdim; her yere beyaz örtüler örtülmüş, toz içerisinde bir odaydı burası. Bayadır kimse buraya gelip gitmez, kusura bakmayın dedi. Neyse ki çok kalmayacaktım. Odama yerleşmem için izin istedim.

   Eşyalarımı çıkardım, beyaz örtüleri odada ki eşyaların üzerinden kaldırdım. Penceremin önünde kapkara bir perde vardı. Onu da yüklenip kenara doğru iteleyerek açtım. Hava kararmaya, gün sona ermeye başlamıştı. Güneş kendisini henüz göstermemesine rağmen günlük mesaisinin sonuna gelmişti. Bugün raporluydu herhalde. Havanın soğumaya başlamasıyla sis inmeye başlamıştı yere. Pencere karşıdaki eski bir mezarlığa bakıyordu.

   Sislerin içerisinde kaybolmaya başlayan mezar taşlarına doğru bakakaldım. O sırada aşağı inip bir şeyler atıştırmayı düşünüyordum. Odamın kapısını kapadım. Merdivenlerden aşağı inerken holde oturan kızı fark ettim. Ortada ki masada büyük bir merakla kitabını okuyordu. Başını bana doğru çevirdi ve dedi ki; siz üvey abim olmalısınız.

                                                      ***

   Karşımda 19 yaşlarında bir genç kız duruyordu. Omuzlarına kadar uzanan ipek gibi saçları, kocaman kahverengi gözleri olan, kumral ve zarif bir genç kızdı bu. Yemek yerken oturup biraz sohbet ettik Deniz ile. Kendimi tanıttım; buraya ne için hiç gelmediğimi açıklamaya çalıştım. Yıllardır burada olduğunu ve dışarıdan bir haber olduğunu söylemişti kızcağız. Resmen tecrit hayatı yaşamaktaydı burada. Annesi ile de arası iyi değildi. Kadın onunla hiç ilgilenmiyor hatta kızını kabul dahi etmiyordu. Burada Hafize Hanım’ın yanında kaderine terk edilmişti adeta.

   Yorgundum, yemeğimi yedikten sonra müsaade isteyip odama çekildim. Sabah olmuştu, güneş kendini bulutların arında göstermeye çalışırken, sis yavaş yavaş mezar taşlarının üzerinden çekilmeye başlamıştı. Penceremi açtım, dışarıdan gelen berbat bir koku beni anında penceremi kapatmaya zorladı. O kadar kötü bir kokuydu ki hemen banyoya koştum. Kendimi tutamıyordum; istifra ettikten sonra az da olsa rahatlayabilmiştim.

   Kahvaltıya indim; Hafize Hanım çok güzel bir sofra hazırlamıştı. Deniz de kahvaltısını bitirmek üzereydi. Hoş bir gülümsemeyle beni karşıladı. Gözleri bir pırlanta gibi parlıyordu, burada ki tek yaşam enerjisi oydu. Hafize Hanım holü havalandırmak için camı açtı. Deniz bana bakıp gülümserken hole dolan koku yüzünden olduğum yerde istifra ettim. Kızcağızın gülümsemesi şaşkınlık ifadesine dönüşmüştü adeta.

   Zorlu kahvaltı sürecinden sonra Deniz ile yürüyüşe çıktık. Evin arka tarafından mezarlığa uzanan bir yol vardı. Pis koku biraz olsun kaybolmuş yerini sıcak esen rüzgara bırakmıştı. Montumu elime aldım ama yine de üzerimde bulunan sıkıntı hissini bir tülü atamıyordum. Genç kız bana burada çok sıkıldığını, hiçbir yere gitme imkanı olmadığını söylüyordu. Babamla aralarındaki ilişki yok hükmündeydi. Üstelik annesi de babamla buraya yaptıkları ziyaretlerde kızcağıza hizmetçi gibi davranıyordu. 

   Tepenin ardından aşağı doğru bir yokuş uzanıyordu. Yokuşun altında bir çiftlik vardı ve anladığım kadarıyla koku o çiftlikten geliyordu. Deniz orada İstanbul’un ünlü sosyetelerinden Rahmi Bilici’nin oturduğunu ve oranın onun domuz çiftliği olduğunu söyledi. Rahmi bey babamın da burada görüştüğü sıkı arkadaşlarındanmış. O tarafa gitmek istemediğimi söyledim. Kenarda bulunan tepelerden birinin üzerine oturup etrafı seyretmeye başladık. Burası gerçekten çok iç sıkıcı bir yerdi. Bu kızın burada durabilmesine şaşırıp kalmıştım. Babamdan bana kalan mirası görmek istediğim ve kendisiyle tanışmak için buraya geldiğimi söylememe rağmen Deniz buna inanmamıştı, biliyordu buraya geliş niyetim kendimi bulabilmekti aslında.

   Akşam Hafize Hanım yarın akşam Rahmi beyin çiftlik evinde olacağını ve beni akşam yemeğine davet ettiklerini söyledi. Ben adamın çiftlik evinden gelen kokuya dayanamıyordum, nasıl gidip konukları olup yemeklerine iştirak edecektim? Bu yemeğe katılmak istemediğim konusunda Hafize Hanım’a dirensem de o bunun büyük bir kabalık olacağını, babamın anısına bu davete gitmem gerektiğini söyledi. Bana da verdiği bu tepki karşısında pek bir seçim hakkı kalmadı tabi.

                                                      ***

   Rahmi beylerin malikanesine araçla ulaşım yol kısmından yapıldığı için yayan olarak gidip gelecektim. Onun için geç kalmamaya kararlıydım. Patikadan yavaş yavaş Rahmi beylerin evine doğru geçtim. Küçük bitkilerle kaplanmış bahçe yolundan bir garson eşliğinde içeri alındım. Yoğun kokudan dolayı kendimi istifra etmemek için zor tutuyordum. Ev dışarıdan göründüğü gibi değildi. İçerisi bir mahzen gibi; havasız, ışıksız ve basıktı adeta. Karanlık koridordan geçerken garson bir kapı araladı.

   İçeri buyur edildiğimde şok oldum. Bir masa dolusu insan beni bekliyordu. Yüzlerinde ağız kısımları açık baykuş maskeleri olan takım elbiseli insanlar. Hepsine servis açılmış, benim onlara eşlik etmemi bekliyorlardı. Yerimi tedirginlikle aldım, Rahmi beyin bize ne zaman eşlik edeceğini sorduğum anda yan taraftan biri ben Rahmi beyim dedi. Döndüğümde saçları kırlaşmış bir adam gördüm; baykuş maskesinin alt kısmında bulunan papyonu sarkmış bir şekilde kafasıyla beni selamlıyordu.

   Davetlerine teşekkür ettiğimi söyledim. Beni tekrar başı ile selamladı. Servis başlasın dedi. O sırada bize hizmet edecek görevli içerisinde yavru domuzların olduğu büyük bir kafesle içeri girdi. Eldivenli elleri ile yan tarafta bulunan lavaboda kafesten çıkardığı bir yavru domuzun bacaklarını kesti ve kanı lavaboya akıttı. Şok olmuştum; dilim kenetlenmişti adeta ve o domuzu karşı tarafımda bulunan bir hanıma servis etti. Domuz can çekişirken karşımda bulunan matmazel domuzu iştahlı bir şekilde yiyor, bu sırada şarabından da bir yudum almayı da ihmal etmiyordu; bir taraftan da servis aynı hızla devam ediyordu.

   Sıra yavaşça bana geliyordu. İstifra edecek gibi oldum ama edemiyordum, ağzımı da açamıyordum. O sırada can çekişen bir domuz yavrusu da benim önüme konuldu; kan ter içerisinde kalktım. Sağ tarafımda bir ceset yatıyordu. Şoka girmiştim; ne olduğunu anlayamamıştım. Hızlıca toparlandım, zorla uyuduğum yerden çıktım. Bu bir mezardı. Mezar taşının üzerinde Rahmi Bilici yazıyordu. Ölüm tarihi 19.07.1999 idi. O tarihte Deniz de dünyada olamazdı. Bir kabus görmüştüm ama üstümde takımla mezarlıkta, kazılı bir mezarın içerisinde ne işim vardı? En son hatırladığım evden Rahmi beylere gitmek için çıktığımdı, buraya nasıl düşmüştüm? Bütün bunların anlamı ve nedeni neydi? Hızlıca eve döndüm. Dizim ağrıyordu.

                                                      ***

   Deniz kapıda benim halimi görünce şok oldu. Kızın dili tutulmuştu adeta. Rahmi beylere giderken patikanın orda bir tepeden yuvarlandığımı söyledim. Rahmi bey? dedi Deniz. Babamın arkadaşı işte, domuz çiftliği olan adam; hani Hafize Hanım davetli olduğumu söylemişti, oraya gitmeye çalışırken düşüp kafamı vurmuşum, sabaha kadar baygın kalmışım dedim. Burada bizden başka kimse yok. Rahmi bey diye birini de tanımıyorum. Babanın tanıdığını da düşünmüyorum dedi Deniz.

   Ona inanamadım, hızlıca Hafize Hanım’ın odasına girdim. Hemen olanı biteni anlattım ama Hafize Hanım bana söylediklerim hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söyledi. Şok olmuştum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Hızlıca ceketimi alıp evden fırladım. Deniz arkamdan dur diye bağırsa da onu dinlemedim. Topallayan ayağımla mezarlığın yanındaki patikadan tepe kısma doğru geçtim. Gördüğüm manzara karşısında çakılıp kalmıştım. Bırakın Rahmi beyi, ortada çiftlik bile yoktu. Ortasını öfkeli bir derenin yardığı bir patika ilerideki yüksek tepeye kadar uzanıyordu. Eteğinde parçalanmış hayvan cesetleri leş kokuyordu. Kendimi şaşırmıştım.

   Hızlıca eve döndüm. Ne Hafize Hanım ne de Deniz’in yüzüne bakmadım. Odama girdim. Perdeyi çekip kapattım. Tozla kaplı yorganı üstüme çektim. Kendimi tutamıyordum. Sanki kafama çiviler girip çıkıyor, biri testereyle kafatasımı ikiye ayırıyordu. Gözlerimden süzülen yaşlar ılıklığıyla tenimden süzülüp gidiyor. Hiçliğin içerisinde kendime bir neden arıyordum. Burada daha fazla durmanın bir anlamı yoktu. Kafayı yemek üzereydim.

   Gece süzülen sislerin arasında ay ışığının keskin parıltısı altında süzülen mezarlıkta ölüler huzursuzlanmaya başlamışlardı. Ben geldiğimden beri bu mezarlıkta bütün düzen bozulmuştu. Babamla bu yaşa kadar gerçekleştiremediğim iç hesaplaşmayı sisli tepelerde sona erdirmek istememi anlamsız ve nedensiz buluyorlardı. İskeletler üçer beşer mezarlarından çıkmaya başladılar. Ay keskin bir kılıç gibi göğü aydınlatıyordu. Ölüler büyük gasilhanenin orada toplandılar. Bu huzursuzluğun son bulması gerektiğini benim onları rahatsız ettiğimi düşündüklerini söylediler. Aralarından biri çığlıklar kopartarak mezarlıktan havaya süzüldü. O arada benim yattığım odanın camına hızlıca çarptı ve gümbürtüyle aşağı yuvarlandı.

   Gürültüyle uykumdan uyandım. Ne olduğunu anlayamamıştım. Pencerenin perdesini yavaşça çekeledim. Dolunayın aydınlatmaya çalıştığı sisin içerisinde bir şeyler dolaşıyordu. Pencereyi açtım. Etrafa bakarken alt tarafta şok edici görüntüyü gördüm. Kafa kısmı sağ kolunda olan; sağ kolundan ise bana karşı kaypak bakışlar atan bir kafatası ile o iskeleti gördüm. Hızlıca mezarlığa doğru kaçıyordu. Bu çılgınlıktı, burada daha fazla duramazdım. Sabah ilk iş buradan gidecektim. Arkama döndüğümde annemin cesedini yatağımın üstünde gördüm. Üzerinde ince tüy bir gecelik vardı. Elinde kurabiye tepsisi içinde çürümüş kurabiyeler kurtlanmaya yüz tutmuştu. Kan ter içerisinde gümbürtülü bir çığlık sesiyle uyandım. Yanımda Deniz yoktu. Akşam olmuştu. Çiftliğin üst kısmında ki tepedeydim. Burada yorgunluktan uyuya kalmış olmalıydım. Fakat bu acı acı yankılanan çığlık sesi de nereden gelmekteydi?

                                                      ***

   Hızlıca patikadan eve doğru indim. Eve doğru koşarken tiz çığlıklar bahçede yankılanıyordu. Bu Deniz’in sesiydi. Evin kapısını araladım. Holün orta yerde Deniz’i çığlık atarken gördüm. Sizin yüzünüzden diye bağırıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştım; yanına hızlıca yaklaştım derken yanağıma bir tokat patlatıverdi. Kapı açıktı. Arkadan odayı aydınlatan ay ışığı Hafize Hanım’ın dev ahizeye asılı sallanan cesedinin ayaklarına vuruyordu. Şok oldum. Hızlıca içeri girdim. Hafize Hanım’ın cansız bedeni bana bakıyordu. O kendini asmıştı.

   Arkamdan hızlıca gelip beni yumruklamaya başlayan Deniz ise sayıklıyordu. Sizin yüzünüzden, hepsi sizin yüzünüzden. O lanet olası adam hayatımı mahvetti. Geberip gitti derken şimdi de oğlu ile uğraşıyorum diye bağıra çağıra söyleniyordu. Deniz çılgına dönüştü adeta. Babamız ona ne yapmış olabilirdi? İçeriden bir bardak su aldım. Onu oturtup sakinleştirmeye çalıştım. Bana ne biliyorsa anlatmasını söyledim.

   Başta burun kıvırdı, gözlerinden akan yaşları tutamıyordu. Hıçkırarak değişik sesler çıkarıyordu. Hıncının arkasında büyüyen öfkeyi gizlemek için gösterdiği çabanın kibri altında eziliyordu. Baban dedi. Ben üvey annenin kızı değilim. Evet senin üvey kardeşinim ama annem Hafize Hanım’dır!

   Şok olmuştum. Ani ve sert bir tepki vermek istiyor ama hiçbir şey yapamıyordum. Kilitlenip kaldım. Kendimi toparlayıp karşı gelmeye çalışırken o anlatmaya devam ediyordu. Babamız ona tecavüz etmiş. Annem de bana hamile olduğunu ondan gizlemiş. Beni öğrendiğinde ise onu öldürmek istemiş ama gaddar kalpli babanın kalbi o gün rapor almış olmalı. Kıyamamış; tek bir şartla; annem beni gizleyecekmiş. Kimseye benden bahsetmeyecekmiş. Yıllar sonra, sanırım artık öleceğini düşündüğü için benim yeni karısının kızı olduğu yalanı ile seninle tanışmamı istedi.

   Ondan dolayı burada yıllardır hapisim. Üvey annen ortaya çıkana kadar benden haberin bile yoktu. Bu yer sandığından da eski. Biz adeta babanın köleleriyiz. O burayı her aklına geldikçe bizi ziyaret eder. Annemle gönlünü eğlendirirdi. Üvey annen babanın mirasından dolayı o kadar kör olmuştu ki o da babanın sapık fantezilerine hayır diyemiyordu. Buraya gelip bazen annem, o, baban; üçü birlikte oluyorlardı. Sesleri gece karanlığında bir çığlık gibi holde yankılanıyordu. Buraya gelirsen bu durum ortaya çıkmasın diye beni sana onun çok görüşmediği üvey kızı olarak tanıtmaya karar verdiler anlayacağın. Hatta bir keresinde üvey annen işi o kadar abartmıştı ki o sapık fantezilerine beni…; dediği anda kes sesini diye bağırdım!

   Hızlıca gidip Deniz’in boynuna sarıldım ve nazikçe ama sert bir şekilde sıkmaya başladım. Oturduğu sandalye altından devrildi. Deniz’in narin bedeni ellerimde çırpınıyordu. Kendini kurtarmaya çalışıyor ama ellerimden kurtulamıyordu. Hırıltılı sesler çıkararak gözlerini patlatmış halde Azrail’ine bakıyordu. Yavaşça nefes alıp verişleri yavaşladı ve narin bedeni ellerimin arasında yere yığıldı. Kendimi kaybetmiştim. Deniz’e yakından baktım. Göğsünü dinledim. Nefes almıyordu. Hızlıca ellerimi yumruk yapıp göğsüne vurmaya başladım. Gözlerimden yaşlar geliyordu. Suni teneffüs yapıyor, onu geriye döndürmeye çalışıyordum.

   Denedim hem de defalarca ama Deniz’den hiçbir hayati tepki gelmiyordu. Ellerimle onu sarstım. Gözümden akan yaşları tutmakta zorluk çekiyordum. O ölmüştü. Kenara doğru bedeni yığıldı. Sonra yavaşça ona baktım. Çok güzel görünüyordu. Böyle olmamalıydı. Onu çok erken kaybetmiştim. Konuşacak çok şey, sorulacak çok hesap vardı. Öptüm, kokladım. Gözyaşlarım ay gibi parıldayan yüzüne akıyordu.

                                                      ***

   Sisin aydınlattığı gecenin sabahında, ölülerin tam da uykuya daldığı o anda elimdeki küreği kapattığım toprağın üstüne bıraktım. Üstüm başım toprak olmuştu. Ağrımakta olan belimi yavaşta doğrultup, kendimi toparlayıp, yola düşmeye karar verdim. Buradan artık gitmeliydim. Herkese burada olduğum sürede yalnız kaldığımı söyleyecektim. Üvey annem de geldiği zaman boş evi bulacaktı. Hiçliğin ortasında ki bu ev arafa gömülecekti.

   Eşyalarımı toplayıp hazırlandıktan sonra, mezarlığın yanında ki patikadan evin önündeki aracıma doğru yavaşça ilerlemeye başladım. Gömerken ikisiyle de defalarca vedalaşmıştım. Onları arkamda bırakıp artık yeni hayatıma dönebilirdim. Ölülerin sesi çıkmıyordu! Kulaklığımı takıp ‘be happy’ şarkısını açtım. Yeni başkan olarak yönetim kurulunda babamın bana miras bıraktığı yeni işe başlayıp, hayatımın kalan kısmını yaşayabilirdim. O an bir silah sesi duydum. Sırtımdaki sıcaklığı hissettim. Sırtımdan kan boşalıyordu. Arkama döndüm. Ölüler mezarlarından çıkmış, yan yana dizilmişler ve  bana bakıyorlardı. En önde ise üstü başı toprak içerisinde, mezarından yeni çıkmış ve elinde bir çifte olan Deniz duruyordu.

                                                       

twitter.com/atakandinc


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Derbi Günü

Büklüm Büklüm

Kazayla