Araftakiler (Öykü)
ARAFTAKİLER
Güzel
bir bahar günüydü. Kuşlar neşeyle etrafta uçuşuyor, ağaçları süsleyen polenler
endişeli bir şekilde oradan oraya koşuşturuyorlardı. Sessiz ve huzurlu bir
şekilde etrafı seyreden ölüler bir minibüs ve cenaze aracının sesiyle
irkildiler. Yol üzerinde biten ve yaşam mücadelesi vermeye çalışan otları
umursamadan ezip geçen bu araçlar ölülerin arasına yeni bir arkadaş
katıldığının göstergeleriydi aslında.
Fikri Gültekin; 67 yaşında hayatın ona
verdiği sürenin sonuna gelmiş ve ebediyete uzanan boşluğu doldurup son adresi
ve durağı olan tahtalıköyün en afili yerinde bulunan yeni evine doğru ona karşı
olan son görevini yerine getirmek isteyen akrabalarının arasında sonsuz ve
hiçte çılgın olmayan bir yolculuğa uğurlanmak üzereydi. Bu uğurlamayı hak
etmişti. Yıllarca ölmek için yaşayan her insan bunu hak eder aslında.
Yavaş şekilde mezarına indirilen Fikri ve
koca gözlüklerinin altında aslında hiçte üzüntülü olmadıklarını gizlemeye
çalışan insanlar. Gözlerinde ki pırıltı görülmesin diye takılan gözlükleriyle
Fikri’nin cansız bedenini toprağa vermenin dayanılmaz keyfini yaşıyorlardı. Ölüp
gitmişti işte. Karısı artık istediğiyle evlenebilirdi, yerine geçecek biri
vardı ve onu da istedikleri gibi kullanırlardı belki. Fikri artık bu dünyadaki
yerini doldurmuştu. Hayat kalanlar içindi. Sonra hızlıca üstünü örttüler.
Toprakla kaplandı Fikrinin cansız bedeni.
İmam son duasını etti. Mezarlığa getirilen
ikramları keyifle yedikten sonra dağılmaya başladı ahali. Ben ise o yapmacık
vedalaşmalardan sonra kulaklığımı takıp ‘be happy’ şarkısını açtım. Yeni başkan
olarak yönetim kurulundan işlerin başına geçmeden önce bir süreliğine izin
almıştım. Artık babamın bana kalan evini görebilir ve onun üvey kızıyla
tanışabilirdim.
***
Polonezköy’e doğru yola çıkmıştım. Güneş
inatla yüzünü bulutların ardından çıkarmıyor, gökyüzü adeta inatçı bir şekilde
somurtuyordu. Hava çok iç bunaltıcıydı. O kadar sıkılmıştım ve sıcaklamıştım ki
terleyemiyordum bile. Gizli bir el sanki benim boğazımı sıkıyor, sadece nefes
alabileceğim kadar oksijenin bünyeme girmesini sağlıyor, öldürmüyor ama
yaşatmıyordu da. İnsanlar hayatlarına geri dönmüşlerdi. Benim ise babam ve uzun
zaman tanışmaktan kaçındığım, hiçbir şekilde karşılaşmadığım üvey kızıyla
yüzleşmem gerekiyor ve yıllardır gitmediğim o yazlık evinde bu sonbahar günü
babama aslında tam olarak şimdi gömüp, iç hesaplaşmamı bitirip geri dönmem
gerekiyordu.
Ana yolda sağa doğru ayrılan upuzun
kavaklarla sarmalanmış bir ara yoldan yazlık evine doğru saptım. Babam yıllardır
bu eve gelir giderdi. Burası onun üvey annemle aşk durağıydı adeta. Her
tatilde, bayramda seyranda, en ufak bir fırsatı yakaladıkları anda buraya
kaçarlardı. Babam bana da defalarca bu eve gelmem gerektiğini, ailece vakit
geçirip, kafa dinleyebileceğimi tembihlemiş ama ben onun sahte hayatından ve
sahte dünyasının sahte mutluluk sekanslarından kaçmak istediğim için; onun bu
teklifine asla sıcak bakmamıştım.
Hayatında sıkılan, şehirler içerisinde kalabalığın
içerisinde boğulan insanların, doğaya sığınıp arınmayı beklemesi tecavüze
uğramış bir Meryem Ananın tapınağa kapanıp doğumu beklemesi gibidir adeta.
Yersiz bir umut gerçekliğin yarattığı hüznü asla yenemez.
Aracım taşların ve akşam yağan yağmurun
bozduğu yolda zorla gitmeye çabalarken karşıda bir tepenin üzerinde duran,
ağaçların etrafını çevrelediği, ince bir yokuştan yanına ulaşan bir yolun
bulunduğu yazlığı gördüm. Kapıda orta
yaşlı bir hanım beni bekliyordu. Altında entarisi, ayağında paramparça olmuş
pabuçları, kafasında eskimeye yüz tutmuş çemberiyle babamın yardımcısı Hafize Hanım
idi bu.
Arabamı bir çamur bataklığına saplanmaktan
zorla kurtarıp yazlık evin yan tarafına park ettim. Hafize Hanım aracımın
yanına sokuldu, beni karşıladı ve içeri buyur etti. Eve doğru ilerlerken eve yakından bakabilme imkanım
oldu. Ev yıpranmış, dökülmüş oldukça eskimişti. Hani şu korku filmlerinde
hayaletli evler olur ya; evin dıştan görünüşü çok basık, iç bunaltıcı ve
rahatsız edici idi. Duvarlar nemden yeşermiş, etrafını yosunlar kaplamış idi. Hafize Hanım dış kapıyı gıcırtılar içerisinde
açtı, içeri girdim.
***
İçerde çok loş bir ışık vardı. Eski mumlu
ahizelerde sarı kısık bir ışık etrafı inceden aydınlatıyordu. Holün ortasından
biri sağ tarafta olmak üzere iki merdiven evin üst katına uzanıyordu. Elimde
valizim üst kata geçtik. Üst koridor oldukça dar ve odalara geçiş yapılan bir
uzantıydı adeta. Burası senin odan dedi kadın. Odaya girdim; her yere beyaz
örtüler örtülmüş, toz içerisinde bir odaydı burası. Bayadır kimse buraya gelip
gitmez, kusura bakmayın dedi. Neyse ki çok kalmayacaktım. Odama yerleşmem için
izin istedim.
Eşyalarımı çıkardım, beyaz örtüleri odada ki
eşyaların üzerinden kaldırdım. Penceremin önünde kapkara bir perde vardı. Onu
da yüklenip kenara doğru iteleyerek açtım. Hava kararmaya, gün sona ermeye
başlamıştı. Güneş kendisini henüz göstermemesine rağmen günlük mesaisinin
sonuna gelmişti. Bugün raporluydu herhalde. Havanın soğumaya başlamasıyla sis
inmeye başlamıştı yere. Pencere karşıdaki eski bir mezarlığa bakıyordu.
Sislerin içerisinde kaybolmaya başlayan
mezar taşlarına doğru bakakaldım. O sırada aşağı inip bir şeyler atıştırmayı
düşünüyordum. Odamın kapısını kapadım. Merdivenlerden aşağı inerken holde
oturan kızı fark ettim. Ortada ki masada büyük bir merakla kitabını okuyordu.
Başını bana doğru çevirdi ve dedi ki; siz üvey abim olmalısınız.
***
Karşımda 19 yaşlarında bir genç kız
duruyordu. Omuzlarına kadar uzanan ipek gibi saçları, kocaman kahverengi
gözleri olan, kumral ve zarif bir genç kızdı bu. Yemek yerken oturup biraz sohbet
ettik Deniz ile. Kendimi tanıttım; buraya ne için hiç gelmediğimi açıklamaya
çalıştım. Yıllardır burada olduğunu ve dışarıdan bir haber olduğunu söylemişti
kızcağız. Resmen tecrit hayatı yaşamaktaydı burada. Annesi ile de arası iyi
değildi. Kadın onunla hiç ilgilenmiyor hatta kızını kabul dahi etmiyordu.
Burada Hafize Hanım’ın yanında kaderine terk edilmişti adeta.
Yorgundum, yemeğimi yedikten sonra müsaade
isteyip odama çekildim. Sabah olmuştu, güneş kendini bulutların arında
göstermeye çalışırken, sis yavaş yavaş mezar taşlarının üzerinden çekilmeye
başlamıştı. Penceremi açtım, dışarıdan gelen berbat bir koku beni anında
penceremi kapatmaya zorladı. O kadar kötü bir kokuydu ki hemen banyoya koştum.
Kendimi tutamıyordum; istifra ettikten sonra az da olsa rahatlayabilmiştim.
Kahvaltıya indim; Hafize Hanım çok güzel bir
sofra hazırlamıştı. Deniz de kahvaltısını bitirmek üzereydi. Hoş bir
gülümsemeyle beni karşıladı. Gözleri bir pırlanta gibi parlıyordu, burada ki tek
yaşam enerjisi oydu. Hafize Hanım holü havalandırmak için camı açtı. Deniz bana
bakıp gülümserken hole dolan koku yüzünden olduğum yerde istifra ettim. Kızcağızın
gülümsemesi şaşkınlık ifadesine dönüşmüştü adeta.
Zorlu kahvaltı sürecinden sonra Deniz ile
yürüyüşe çıktık. Evin arka tarafından mezarlığa uzanan bir yol vardı. Pis koku
biraz olsun kaybolmuş yerini sıcak esen rüzgara bırakmıştı. Montumu elime aldım
ama yine de üzerimde bulunan sıkıntı hissini bir tülü atamıyordum. Genç kız
bana burada çok sıkıldığını, hiçbir yere gitme imkanı olmadığını söylüyordu.
Babamla aralarındaki ilişki yok hükmündeydi. Üstelik annesi de babamla buraya
yaptıkları ziyaretlerde kızcağıza hizmetçi gibi davranıyordu.
Tepenin ardından aşağı doğru bir yokuş
uzanıyordu. Yokuşun altında bir çiftlik vardı ve anladığım kadarıyla koku o
çiftlikten geliyordu. Deniz orada İstanbul’un ünlü sosyetelerinden Rahmi
Bilici’nin oturduğunu ve oranın onun domuz çiftliği olduğunu söyledi. Rahmi bey
babamın da burada görüştüğü sıkı arkadaşlarındanmış. O tarafa gitmek
istemediğimi söyledim. Kenarda bulunan tepelerden birinin üzerine oturup etrafı
seyretmeye başladık. Burası gerçekten çok iç sıkıcı bir yerdi. Bu kızın burada
durabilmesine şaşırıp kalmıştım. Babamdan bana kalan mirası görmek istediğim ve
kendisiyle tanışmak için buraya geldiğimi söylememe rağmen Deniz buna
inanmamıştı, biliyordu buraya geliş niyetim kendimi bulabilmekti aslında.
Akşam Hafize Hanım yarın akşam Rahmi beyin
çiftlik evinde olacağını ve beni akşam yemeğine davet ettiklerini söyledi. Ben
adamın çiftlik evinden gelen kokuya dayanamıyordum, nasıl gidip konukları olup
yemeklerine iştirak edecektim? Bu yemeğe katılmak istemediğim konusunda Hafize
Hanım’a dirensem de o bunun büyük bir kabalık olacağını, babamın anısına bu
davete gitmem gerektiğini söyledi. Bana da verdiği bu tepki karşısında pek bir
seçim hakkı kalmadı tabi.
***
Rahmi beylerin malikanesine araçla ulaşım
yol kısmından yapıldığı için yayan olarak gidip gelecektim. Onun için geç
kalmamaya kararlıydım. Patikadan yavaş yavaş Rahmi beylerin evine doğru geçtim.
Küçük bitkilerle kaplanmış bahçe yolundan bir garson eşliğinde içeri alındım.
Yoğun kokudan dolayı kendimi istifra etmemek için zor tutuyordum. Ev dışarıdan
göründüğü gibi değildi. İçerisi bir mahzen gibi; havasız, ışıksız ve basıktı
adeta. Karanlık koridordan geçerken garson bir kapı araladı.
İçeri buyur edildiğimde şok oldum. Bir masa
dolusu insan beni bekliyordu. Yüzlerinde ağız kısımları açık baykuş maskeleri
olan takım elbiseli insanlar. Hepsine servis açılmış, benim onlara eşlik etmemi
bekliyorlardı. Yerimi tedirginlikle aldım, Rahmi beyin bize ne zaman eşlik
edeceğini sorduğum anda yan taraftan biri ben Rahmi beyim dedi. Döndüğümde
saçları kırlaşmış bir adam gördüm; baykuş maskesinin alt kısmında bulunan
papyonu sarkmış bir şekilde kafasıyla beni selamlıyordu.
Davetlerine teşekkür ettiğimi söyledim. Beni
tekrar başı ile selamladı. Servis başlasın dedi. O sırada bize hizmet edecek
görevli içerisinde yavru domuzların olduğu büyük bir kafesle içeri girdi.
Eldivenli elleri ile yan tarafta bulunan lavaboda kafesten çıkardığı bir yavru
domuzun bacaklarını kesti ve kanı lavaboya akıttı. Şok olmuştum; dilim kenetlenmişti
adeta ve o domuzu karşı tarafımda bulunan bir hanıma servis etti. Domuz can
çekişirken karşımda bulunan matmazel domuzu iştahlı bir şekilde yiyor, bu
sırada şarabından da bir yudum almayı da ihmal etmiyordu; bir taraftan da
servis aynı hızla devam ediyordu.
Sıra yavaşça bana geliyordu. İstifra edecek
gibi oldum ama edemiyordum, ağzımı da açamıyordum. O sırada can çekişen bir
domuz yavrusu da benim önüme konuldu; kan ter içerisinde kalktım. Sağ tarafımda
bir ceset yatıyordu. Şoka girmiştim; ne olduğunu anlayamamıştım. Hızlıca
toparlandım, zorla uyuduğum yerden çıktım. Bu bir mezardı. Mezar taşının
üzerinde Rahmi Bilici yazıyordu. Ölüm tarihi 19.07.1999 idi. O tarihte Deniz de
dünyada olamazdı. Bir kabus görmüştüm ama üstümde takımla mezarlıkta, kazılı
bir mezarın içerisinde ne işim vardı? En son hatırladığım evden Rahmi beylere
gitmek için çıktığımdı, buraya nasıl düşmüştüm? Bütün bunların anlamı ve nedeni
neydi? Hızlıca eve döndüm. Dizim ağrıyordu.
***
Deniz kapıda benim halimi görünce şok oldu.
Kızın dili tutulmuştu adeta. Rahmi beylere giderken patikanın orda bir tepeden yuvarlandığımı
söyledim. Rahmi bey? dedi Deniz. Babamın arkadaşı işte, domuz çiftliği olan
adam; hani Hafize Hanım davetli olduğumu söylemişti, oraya gitmeye çalışırken
düşüp kafamı vurmuşum, sabaha kadar baygın kalmışım dedim. Burada bizden başka
kimse yok. Rahmi bey diye birini de tanımıyorum. Babanın tanıdığını da
düşünmüyorum dedi Deniz.
Ona inanamadım, hızlıca Hafize Hanım’ın
odasına girdim. Hemen olanı biteni anlattım ama Hafize Hanım bana söylediklerim
hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söyledi. Şok olmuştum. Ne yapacağımı
şaşırmıştım. Hızlıca ceketimi alıp evden fırladım. Deniz arkamdan dur diye
bağırsa da onu dinlemedim. Topallayan ayağımla mezarlığın yanındaki patikadan
tepe kısma doğru geçtim. Gördüğüm manzara karşısında çakılıp kalmıştım. Bırakın
Rahmi beyi, ortada çiftlik bile yoktu. Ortasını öfkeli bir derenin yardığı bir
patika ilerideki yüksek tepeye kadar uzanıyordu. Eteğinde parçalanmış hayvan
cesetleri leş kokuyordu. Kendimi şaşırmıştım.
Hızlıca eve döndüm. Ne Hafize Hanım ne de
Deniz’in yüzüne bakmadım. Odama girdim. Perdeyi çekip kapattım. Tozla kaplı
yorganı üstüme çektim. Kendimi tutamıyordum. Sanki kafama çiviler girip
çıkıyor, biri testereyle kafatasımı ikiye ayırıyordu. Gözlerimden süzülen
yaşlar ılıklığıyla tenimden süzülüp gidiyor. Hiçliğin içerisinde kendime bir
neden arıyordum. Burada daha fazla durmanın bir anlamı yoktu. Kafayı yemek
üzereydim.
Gece süzülen sislerin arasında ay ışığının
keskin parıltısı altında süzülen mezarlıkta ölüler huzursuzlanmaya
başlamışlardı. Ben geldiğimden beri bu mezarlıkta bütün düzen bozulmuştu.
Babamla bu yaşa kadar gerçekleştiremediğim iç hesaplaşmayı sisli tepelerde sona
erdirmek istememi anlamsız ve nedensiz buluyorlardı. İskeletler üçer beşer
mezarlarından çıkmaya başladılar. Ay keskin bir kılıç gibi göğü aydınlatıyordu.
Ölüler büyük gasilhanenin orada toplandılar. Bu huzursuzluğun son bulması
gerektiğini benim onları rahatsız ettiğimi düşündüklerini söylediler. Aralarından
biri çığlıklar kopartarak mezarlıktan havaya süzüldü. O arada benim yattığım
odanın camına hızlıca çarptı ve gümbürtüyle aşağı yuvarlandı.
Gürültüyle uykumdan uyandım. Ne olduğunu
anlayamamıştım. Pencerenin perdesini yavaşça çekeledim. Dolunayın aydınlatmaya
çalıştığı sisin içerisinde bir şeyler dolaşıyordu. Pencereyi açtım. Etrafa
bakarken alt tarafta şok edici görüntüyü gördüm. Kafa kısmı sağ kolunda olan;
sağ kolundan ise bana karşı kaypak bakışlar atan bir kafatası ile o iskeleti
gördüm. Hızlıca mezarlığa doğru kaçıyordu. Bu çılgınlıktı, burada daha fazla
duramazdım. Sabah ilk iş buradan gidecektim. Arkama döndüğümde annemin cesedini
yatağımın üstünde gördüm. Üzerinde ince tüy bir gecelik vardı. Elinde kurabiye
tepsisi içinde çürümüş kurabiyeler kurtlanmaya yüz tutmuştu. Kan ter içerisinde
gümbürtülü bir çığlık sesiyle uyandım. Yanımda Deniz yoktu. Akşam olmuştu. Çiftliğin
üst kısmında ki tepedeydim. Burada yorgunluktan uyuya kalmış olmalıydım. Fakat bu
acı acı yankılanan çığlık sesi de nereden gelmekteydi?
***
Hızlıca patikadan eve doğru indim. Eve doğru
koşarken tiz çığlıklar bahçede yankılanıyordu. Bu Deniz’in sesiydi. Evin
kapısını araladım. Holün orta yerde Deniz’i çığlık atarken gördüm. Sizin
yüzünüzden diye bağırıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştım; yanına hızlıca
yaklaştım derken yanağıma bir tokat patlatıverdi. Kapı açıktı. Arkadan odayı
aydınlatan ay ışığı Hafize Hanım’ın dev ahizeye asılı sallanan cesedinin
ayaklarına vuruyordu. Şok oldum. Hızlıca içeri girdim. Hafize Hanım’ın cansız
bedeni bana bakıyordu. O kendini asmıştı.
Arkamdan hızlıca gelip beni yumruklamaya
başlayan Deniz ise sayıklıyordu. Sizin yüzünüzden, hepsi sizin yüzünüzden. O
lanet olası adam hayatımı mahvetti. Geberip gitti derken şimdi de oğlu ile
uğraşıyorum diye bağıra çağıra söyleniyordu. Deniz çılgına dönüştü adeta. Babamız
ona ne yapmış olabilirdi? İçeriden bir bardak su aldım. Onu oturtup
sakinleştirmeye çalıştım. Bana ne biliyorsa anlatmasını söyledim.
Başta burun kıvırdı, gözlerinden akan
yaşları tutamıyordu. Hıçkırarak değişik sesler çıkarıyordu. Hıncının arkasında
büyüyen öfkeyi gizlemek için gösterdiği çabanın kibri altında eziliyordu. Baban
dedi. Ben üvey annenin kızı değilim. Evet senin üvey kardeşinim ama annem Hafize
Hanım’dır!
Şok olmuştum. Ani ve sert bir tepki vermek
istiyor ama hiçbir şey yapamıyordum. Kilitlenip kaldım. Kendimi toparlayıp
karşı gelmeye çalışırken o anlatmaya devam ediyordu. Babamız ona tecavüz etmiş.
Annem de bana hamile olduğunu ondan gizlemiş. Beni öğrendiğinde ise onu öldürmek
istemiş ama gaddar kalpli babanın kalbi o gün rapor almış olmalı. Kıyamamış;
tek bir şartla; annem beni gizleyecekmiş. Kimseye benden bahsetmeyecekmiş. Yıllar
sonra, sanırım artık öleceğini düşündüğü için benim yeni karısının kızı olduğu
yalanı ile seninle tanışmamı istedi.
Ondan dolayı burada yıllardır hapisim. Üvey
annen ortaya çıkana kadar benden haberin bile yoktu. Bu yer sandığından da eski.
Biz adeta babanın köleleriyiz. O burayı her aklına geldikçe bizi ziyaret eder.
Annemle gönlünü eğlendirirdi. Üvey annen babanın mirasından dolayı o kadar kör
olmuştu ki o da babanın sapık fantezilerine hayır diyemiyordu. Buraya gelip bazen
annem, o, baban; üçü birlikte oluyorlardı. Sesleri gece karanlığında bir çığlık
gibi holde yankılanıyordu. Buraya gelirsen bu durum ortaya çıkmasın diye beni sana
onun çok görüşmediği üvey kızı olarak tanıtmaya karar verdiler anlayacağın.
Hatta bir keresinde üvey annen işi o kadar abartmıştı ki o sapık fantezilerine
beni…; dediği anda kes sesini diye bağırdım!
Hızlıca gidip Deniz’in boynuna sarıldım ve
nazikçe ama sert bir şekilde sıkmaya başladım. Oturduğu sandalye altından
devrildi. Deniz’in narin bedeni ellerimde çırpınıyordu. Kendini kurtarmaya
çalışıyor ama ellerimden kurtulamıyordu. Hırıltılı sesler çıkararak gözlerini
patlatmış halde Azrail’ine bakıyordu. Yavaşça nefes alıp verişleri yavaşladı ve
narin bedeni ellerimin arasında yere yığıldı. Kendimi kaybetmiştim. Deniz’e
yakından baktım. Göğsünü dinledim. Nefes almıyordu. Hızlıca ellerimi yumruk
yapıp göğsüne vurmaya başladım. Gözlerimden yaşlar geliyordu. Suni teneffüs
yapıyor, onu geriye döndürmeye çalışıyordum.
Denedim hem de defalarca ama Deniz’den
hiçbir hayati tepki gelmiyordu. Ellerimle onu sarstım. Gözümden akan yaşları
tutmakta zorluk çekiyordum. O ölmüştü. Kenara doğru bedeni yığıldı. Sonra
yavaşça ona baktım. Çok güzel görünüyordu. Böyle olmamalıydı. Onu çok erken kaybetmiştim.
Konuşacak çok şey, sorulacak çok hesap vardı. Öptüm, kokladım. Gözyaşlarım ay
gibi parıldayan yüzüne akıyordu.
***
Sisin aydınlattığı gecenin sabahında,
ölülerin tam da uykuya daldığı o anda elimdeki küreği kapattığım toprağın
üstüne bıraktım. Üstüm başım toprak olmuştu. Ağrımakta olan belimi yavaşta
doğrultup, kendimi toparlayıp, yola düşmeye karar verdim. Buradan artık
gitmeliydim. Herkese burada olduğum sürede yalnız kaldığımı söyleyecektim. Üvey
annem de geldiği zaman boş evi bulacaktı. Hiçliğin ortasında ki bu ev arafa
gömülecekti.
Eşyalarımı toplayıp hazırlandıktan sonra, mezarlığın
yanında ki patikadan evin önündeki aracıma doğru yavaşça ilerlemeye başladım. Gömerken
ikisiyle de defalarca vedalaşmıştım. Onları arkamda bırakıp artık yeni hayatıma
dönebilirdim. Ölülerin sesi çıkmıyordu! Kulaklığımı takıp ‘be happy’ şarkısını
açtım. Yeni başkan olarak yönetim kurulunda babamın bana miras bıraktığı yeni
işe başlayıp, hayatımın kalan kısmını yaşayabilirdim. O an bir silah sesi
duydum. Sırtımdaki sıcaklığı hissettim. Sırtımdan kan boşalıyordu. Arkama
döndüm. Ölüler mezarlarından çıkmış, yan yana dizilmişler ve bana bakıyorlardı. En önde ise üstü başı
toprak içerisinde, mezarından yeni çıkmış ve elinde bir çifte olan Deniz duruyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder